Bir Doktora Tezinin Ardından (I)
Bir doktora tezi, onu hazırlayana sadece akademik bir kimlik kazandırmaz. Tez, aynı zamanda insanın meselelere farklı noktalardan bakmasına imkân verir. Üstelik ele aldığınız konuyu birbirinden farklı mütebahhir âlimler üzerinden incelediğinizde onların nasıl düşündüklerini, olaylara hangi açılardan baktıklarını ve fikirlerini ispat adına ne türlü deliller sunduklarını öğrenmeye başlarsınız. Bu sayede Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanındaki kahramanına konuşturduğu üzere “devlerin omuzlarına çıktığınız için çok uzak ufukları görme imkânına sahip olabilirsiniz.” Hiç değilse bir zamanlar aklınıza takılan, düşündüğünüz ve bir karara ulaştığınız halde paylaşmaya cesaret edemediğiniz fikirlere geçmişte yaşayan devlerin onay verdiğini görürsünüz. Diğer bir ifade ile söz konusu büyük zihinler ilgili konuda tıpkı sizin gibi düşünmüşlerdir. Ne var ki henüz okumadığınız için o bilgiden haberdar değilsinizdir. Fakat aklın yolu birdir fehvasınca aynı konuda dehâlar ile aynı kanaati taşıdığınızı öğrendiğinizde bundan alacağınız hazzı başka şeylerde bulmanız oldukça zor olacaktır.
Doktora yeterlilik sınavına ilk girdiğimde başarısız olmuştum. Saygıdeğer hocama başarısızlığımın sebebini sorduğumda bana iki gerekçe göstermişti. Bunların ilki akademik bir üsluba sahip olmayışımdı. Soğuk, donuk, biraz kuru ve özellikle edebiyattan uzak cümleler kurmam gerekiyordu. Yapı itibariyle buna müsait olmasam da zamanla söz konusu kusurumu aşmaya çalıştım. Fakat hocamın söylediği ikinci hatam belki pek çoklarının hatasıyla aynıydı: “Okunan her bilgiyi süzgeçten geçirmeden doğru addetmek, bilgi sahibinin ağırlığı altında ezilmek ve ona karşı çıkamamak, hele ki bu bilgi büyük bir âlimin bilgisiyse…”
İkinci defa girdiğim yeterlilik sınavı sonrasında danışmanım, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı eserinden bir konuyu çalışmamı tavsiye etmişti. İlgili konu da Üstâd’ın farklı müfessirler ile karşılaştırmak suretiyle ele alınmasını gerektiriyordu. O âna kadar ne yazık ki tanımadığım üstelik itikatta mezhep imamımız olan Mâtürîdî’yi gücüm ölçüsünde okumaya başladım. Okudukça şaşkınlığım ve O’na olan hayranlığım artmaya başladı. O, selefine saygı duyuyor, hürmetlerini sunuyordu. Fakat bu durum İmam’ımızın onların fikirlerinin ağırlığı altında ezilmesine neden olmuyordu. O’nun engin birikimi, olağan dışı bir zihin yapısı ve bunun sonucu olarak oluşturduğu ilkeleri vardı. Allah, peygamber, Kur’ân ve sahâbe tasavvuru vardı ve kendinden önceki büyük zihinlerin düşünceleri O’nun tasavvurlarıyla çeliştiğinde açıkça “burada bir problem söz konusudur ya haberde bize ulaşmayan eksik kelimeler var ya da haber sahih değildir” diyerek metin bir duruş sergiliyordu. Kimseden çekinmiyor, doğru olduğunu düşündüğü kararının ardında duruyordu. Ona göre Hz. Peygamber’den başka kimse masum değildi. Masum olmayan her bir insanın hata yapma ihtimâli ve dahî hakkı vardı. Bu nedenle O meâlen şöyle demişti:
Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber’in verdiği hükmü, hiçbir sıkıntı ve burukluk duymadan kabul edinceye değin kullarının mümin olamayacağını beyan etmiştir. (Nisa 4/65) Bu ayet, masum olmayan kimsenin vermiş olduğu hükümlerde sıkıntı ve burukluk duyulabileceğini diğer bir ifade ile masum olmayan kişilerin vardığı sonuçları kabullenme zorunluluğunun olmadığı anlamına gelmektedir. Benzer şekilde Allah ve rasülüne eziyet edenler dünyada ve âhirette lanetlenirler (Ahzap 33/57) ayetini mefhum-u muhâlifinden okuduğumuzda bu, masum olmayan kimsenin görüşünü reddetmenin lanetlenmeyi gerektirmediği sonucuna varmaktadır. Aynı durum Allâh ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur (Ahzab 33/36) ayeti için de geçerlidir. Buna göre masum olmayan bir kimsenin hükmü söz konusu olduğunda kişinin seçme hakkı vardır. (Mâturîdî, Te’vîlât, c. VIII, s. 332)
Bu büyük zihin, muhakkik allâme üstâd Mâturîdî’nin teorik olarak zikrettiği kuralının uygulama örneklerini nasip olursa sonraki yazılarımızda nakletmeye çalışacağız.
Şimdilik hoş kalın…
01/11/2018