Olgu ile Algı Arasında Tarih Panelinden Hasıl Olan Birkaç Düşünce
Geçtiğimiz günlerde (10 Nisan 2018) İzmir’de Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesinde moderatörüğünü Doç. Dr. Tahsin KOÇYİĞİT hocamın yaptığı, Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN, Prof. Dr. Adem APAK ve Doç. Dr. Şaban ÖZ’ün konuşmacı olarak katıldığı “Olgu ile Algı Arasında Tarih” Paneli gerçekleştirildi. Panelin konusu, İslam’ın erken dönem olayları üzerinden oluşturulan algıların ve bunun dolaylı olarak günümüze yansımaları idi. Bu yazıda, çağdaş oryantalistler üzerine devam eden seriye ara vererek, panelde konuşulan, tartışılan olgu – algı ilişkisi bağlamını oryantalizmi de işin içine dahil ederek değerlendirmeye çalışacağım.
Panelde, sırasıyla Hz. Peygamber dönemi, Hulefa-i Râşidin dönemi ve son olarak da Emeviler ve kısmen de Abbasiler dönemine dair olgular ve bunun üzerine inşa edilen algılar değerlendirildi. Olgu üzerine inşa edilen algılarda belirleyici faktör, en geniş manasıyla ideolojidir. Bu ideoloji, dinî, siyasi, ekonomik kaygı ve saiklere dayandığı gibi, aynı zamanda kültürel ve coğrafi şartlarla da bağlantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, itikadi mezhepler de, amelî mezhepler de algı farklılıklarıyla ortaya çıkmıştır.
Hilafet meselesi, Hz. Osman devri olayları, Hz. Ali – Hz. Aişe çatışması, Hz. Ali – Muaviye mücadelesi, Ehl-i Sünnet – Şia ayrımı, Emevi – Abbasi saltanat dönemleri, özellikle ilk dönem İslam tarihinin en problemli ve sansasyonel ve yine belki de üzerinde en çok konuşulan, yazılan, tartışılan olaylarıdır. Bu konularla ilgilenen her araştırmacının, her ilim adamının ve dahî her okuyucunun mezkur olaylara dair bir görüşü, dolayısıyla bir yorumu ve algısı oluşmaktadır. Neticede algı, kişisel yorumlar ürünüdür. Yorumları biçimlendiren ise düşünme şeklidir. Düşünme şekli, içinde var olunan çevrenin şartları, beslendiği kaynaklar ile belirlenir. Sonuç itibariyle, aynı olay üzerine, her bir ferdin algısı, değişkenlik gösterecektir. Ancak, burada bir de toplumsal algılardan söz etmek gerekir. Toplumsal algı ile kastım, sadece bir milletin algısı değil; aidiyet duyulan her oluşumun, en küçüğünden en büyüğüne, ortak kabuller neticesinde –ki bu kabuller tepeden inme de olabilir– benimsediği genel algıdır. Bir cemaatin, bir derneğin, bir hareketin ortak algısından söz edebileceğimiz gibi, bir mezhebin, bir dinin, bir milletin ortak algılarından da söz edebiliriz. Ve belki bir bakıma, işte bu algılardaki müştereklik boyutu, aidiyet ölçüsünü de belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Örneğin, eğer kendinizi bir Ehl-i Sünnet yahut bir Şii kabul ediyorsanız, Ehl-i Sünnet’in ya da Şia’nın algılarına bağlılık dereceniz, sizin adiyetinizin ölçüsü olacaktır. Aksi, malumdur.
Tekrar panel üzerinden tartışmaya dönecek olursam, panelistlerin özetle söylediği, İslam tarihinin çetrefilli olayları, özellikle ilk dönem tarihçilerinin yazdıkları ile bu yazdıklarının sonraki dönemlerde dinî ve siyasi saiklerle üzerine inşa edilen algıların arasında kaldığıdır. Dolayısıyla, İslam tarihinde yer etmiş olayların keyfiyeti, tabiri caizse, herkesin mezhebine, meşrebine göre şekillenmiştir. Ancak, bu mezhebe-meşrebe göre şekillenen algının dışına çıkıldığında, kişinin kendisi de bu mezhebin-meşrebin dışına konmaktadır.
Bu tespitler, filhakika, yerli yerindedir. Ancak, bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Oryantalizm özelinde baktığımızda, neredeyse kavramsallaşmış bir söz grubu olarak kullandığımız “oryantalist algı”, yukarıda anlattığım şekliyle aynı kategoridedir. Birçok oryantalistin kullandığı kaynaklara baktığımızda, karşımıza ibn Sa’d, Taberi, ibn Hişam, Yakubi çıkacaktır. Fakat neticede, aynı kaynaktan aynı olay üzerine yapılan yorumlama, muazzam farklılıklar içeren bir hale evrilebilmektedir. Nitekim burada sorulması, üzerinde düşünülmesi gereken konu şu kanaatimce: “Oryantalist algı”nın bizzat kendisi bir algı olabilir mi? Eğer bir algı değil de olguysa, “oryantalist algı” kavramsallaştırmasının temel özellikleri nedir, kime/neye göre tanımlanır? Çünkü, birisinin bu kavramsallıştırmayı yapabilmesi için, kendisini merkeze alması, yanı olguyu hakkıyla bilmesi gerekir. Tam da burada asıl sorun ortaya çıkmaktadır: Elimizdeki mevcut kaynaklarla tarihin bir noktasında cereyan etmiş bir olayı, gerçekten bilebilir miyiz? Zira bildiğimiz(i düşündüğümüz) her şey için algı nitelemesi yapılması mümkün hale gelebilir. Zira, ideolojinin dayattığı algı, ideoloji mensubu için bir olgu niteliğindedir ve farklı düşünen herkesin yorumunu bir algı olarak kategorize eder. Öyleyse, “oryantalist algı” kavramı da böyle bir kategorizasyonun ürünüdür, yani bir algıdır, sonucu çıkarılabilir.
Bütün bu tartışmanın özünde, algı kavramının öznel olması yatmaktadır. Bu nedenle, algının bağlayıcılığı yoktur, daha doğrusu olmaması gerekir. Fakat bu, algının yanlış yahut doğru olduğu anlamına da gelmez; en nihayetinde bir yorumdur. Yanlış olan, dinî, siyasi, vb. saiklerle belli bir ideolojinin hizmetine sunma gayesi uğruna olgudan, dolgu malzemesi kullanarak algı üretmek; ve bu algıyı olgu olarak dayatmaktır.