İlkel Kabileden Küresel Kabileye

01.04.2020
A+
A-
İlkel Kabileden Küresel Kabileye

Dünden beri ucu Siyer’e dokunan bir yazı yazmak üzere ne kadar gayret sarf etsem de haber sitelerinde gezinmekten ve gün boyu savaş senaryoları düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Öyle sanıyorum ki toplumun hatta dünyanın önemli bir kısmı aynı psikoloji içerisindedir. Hatta zihinlerimizin, büyük oranda ortak düşünceler, yakın tahminler ve benzer senaryolar etrafında deveran edip durduğunu söylemek bile mümkündür. Zihinlerimiz artık aynı çalışıyor; çünkü aynı şeyleri izliyor, aynı şeyleri dinliyoruz ve her şeyden hemen hemen aynı ayda haberdar oluyoruz, Dolayısıyla artık ortak bir psikolojide yaşıyor, üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri düşünüyoruz.

Eskiden bir ülkede savaşın başladığı haberinin tüm şehirlere yayılması günler hatta bazen aylar sürerken veya şehirlerde büyük savaşlar gerçekleştiğinde köylere bile günler sonra haber ulaşırken bugün, dünyanın her yerinden büyük-küçük, gerekli-gereksiz tüm haberleri aynı anda öğrenir hâle geldik. Öyle ki, sosyal ağda 280 karakter ile sınırlandırılmış gönderiler aracılığıyla siyasi gündemlerin, eylemlerin başlatılıp yönlendirilebilmesi bir tarafa, artık savaşların bile sosyal hesaplardan ilan edildiği, tehditlerin savurulduğu mecralara dönüştüğünü görmekteyiz. Modern çağın insanı için haberi öğrenme bakımından, olayın herhangi bir ülkenin herhangi bir şehrinde bir sokak arasında yaşanmasıyla, oturduğumuz şehrin bir kenarında yaşanması arasında neredeyse pek bir fark kalmadı. Hatta yürüdüğümüz caddede bir olay olsa kenara çekilip orada ne olduğunu haber siteleri veya sosyal medyadan öğrenip yolumuza az bir değişiklikle devam edecek hale geliyoruz. Dahası, günümüzün ulaşım, bilişim, iletişim vs. ağları, bütün dünyada ortak bir algı oluşmasına sebep olmuş ve artık zihinlerimiz önemli oranda tekdüzeleşmeye yüz tutmuştur. Bu sebeple dünya ölçeğinde bu kadar sıcak bir gündemimiz varken -bu defaya mahsus olmak üzere- köşe yazısını başka bir konu hakkında yazmaya elim gitmedi, gönlüm elvermedi.

Hemen yanı başımızda, Suriye’de 7 yıldır bitmeyen savaşın her geçen gün dünyayı saran bir ateş haline gelip uluslararası bir boyuta çoktan taşınmış olması herkesi tedirgin etmektedir. Her ne kadar Suriye sınırları içerisinde gerçekleşse de söz konusu iç savaş, deyim yerindeyse vücuda yayılan amansız bir kanser gibi tüm dünyayı çepeçevre kuşatmaya ve yerini neredeyse dünya savaşına bırakmaya başlamıştır. Gelinen bugünkü noktada devletlerin korkunç savaş teknolojileri, hadsiz-hesapsız silah stokları ve devasa bütçeleriyle sürece dahil olmak için sıraya girmeleri endişelerin haksız olmadığını göstermektedir. Tüm uluslararası antlaşmalar ve insan haklarına rağmen -ister İsrail’in beka ve selameti uğruna deyin ister ülkelerin hedef ve menfaatleri- bazı devletlerin, milyonlarca insanın hayatını ve haklarını görmezden gelip hiçe sayması onların insaf ve vicdanlarını ele vermektedir. Bununla birlikte insanların tüm haklarına tecavüz edildiği sıralarda üç maymunu oynamayı tercih eden bazı devletlerin yeri geldiğinde de insan haklarının garantörü ve en sıkı savunucusu gibi hareket etmeleri devletlerin din ve vicdanları olup olmadığını tekrar düşünmeye sevk etmektedir. Gerçekte umursamazken siyasi menfaat gereği insan hak ve onurunun uluslararası arenada suiistimal ve istismar edilmesi, hak ve hukuka dair nutuk atmanın marifet bilinmesi en iyimser ifadeyle “batsın bu dünya” nağmelerinin kulaklarımızda tazelenmesine sebep oluyor.

Ülkeler; menfaatlerinin meşruiyetini, hümanist söylemlerle desteklemeye çalışarak savaşın bütün çirkin ve itici özelliğine rağmen hamasi ifadelerle şiddeti insani alana kaydırma ve mevcut şiddetten nemalanma kaygısı gütmektedir. Vicdanın ve insan haklarının savaş, baskı, şiddet gibi sorunlarda çözümün kalbi olması gerekirken siyaset adamlarının da katkılarıyla şiddetin odağı haline getirilmiştir. Toplumların kimi arz-ı mevud, kimi Armagedon, kimi İsa’nın nüzulü, kimi de Mehdi’nin zuhuru gibi sebeplerle savaşın ve şiddetin artması gerektiğine inanıyor. Oysa bütün bunlar sadece ve sadece insanın içindeki vahşet, hiddet ve nefret duygularını meşrulaştırma vazifesi görüyor. Halbuki hak-hukuku içeren yasaların ve tüm dinlerin temel ilkesi, nihai hedefi ve ana maksadı, insanlığın özlemle beklediği dünya barışının tesis ve temini noktasında çaba sarf etmek, hem birey hem de toplum olarak herkesi mutlu ve umutlu kılmaktır. Çünkü ideal olan barış hâlinde olmak, iyiliği hâkim kötülüğü mahkûm kılmak ve dünyayı her geçen gün daha yaşanabilir hâle getirmektir. Ancak geçmişten bu yana savaş dönemlerinin neredeyse barış dönemlerinden daha uzun olmasına bakılırsa ideallerin yaşanmamak için var olduğu kehaneti karabulut gibi çöker ve mutlak barışın tamamen bir ütopya olduğu acı gerçeğini insanlığın suratına olanca gücüyle çarparak hafızalardaki yerini yineler.

Sonuç olarak Gasset’in hem otobur hem de etobur olarak nitelendirdiği insanın yaşamını koyun ve kaplan arasında bocalayarak yaşadığı gerçeği hiç değişmiyor. Ama bildiğimiz bir şey var ki, şu anda bütün dünyada savaş, şiddet, hiddet, terör ve nefret gibi illetler egemense, bunun egemen güçlerden kaynaklandığını artık herkes tahmin edebiliyor. Dolayısıyla dünyanın savaş ve şiddetin eşiğinde olmasının ve masum insanların fütursuzca katledilmesinin sorumlusu tüm hedef şaşırtmalarına rağmen bugünkü süper güçlerdir. Bu güçlerden beklenen, sorunları medeni insanlar gibi akl-ı selim çerçevesinde siyasi mücadelelerle çözüme kavuşturmak olmalı iken, sorunların görüşüldüğü toplantılara bile benzin bidonu ile gelmek gibi bir pozisyon almış olmaları kaosun önü alınamaz boyutlara taşınmasına sebep olmaktadır. Bu sebeple gelinen noktadan manzaraya bakıldığında, dünyanın medeni anlamda ilerleme kaydetmekte sınıfta kaldığını ve ilkel kabile yapılanmasından küresel kabile yapılanmasına doğru hızla gerilediğini söylemek mümkündür.

Sahi ilerlemeci tarih anlayışına göre dünya ilkellikten dünya cennetine doğru bir değişim geçirecekti değil mi?

 

BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.