Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamızın Düşündürdükleri
Herkesin bir yaşam öyküsü ve her öyküde nice olaylar, inişler-çıkışlar; nice ibretler ve nice mesajlar vardır. İnsanlar, kimi zaman şahsi tecrübelerinden kimi zaman da geçmiş anlatı ve hikâyelerden istifadeyle kendi yaşamlarına yön verirler. Antik dönemlerden bu yana tarih ve tabakat (biyografya) türü eserlerin ortaya çıkmasında her zaman olmasa da çoğu kere bu amacın izlerini görmek mümkündür. Çünkü kişilerin ya da milletlerin yaşayışları, düşünüşleri, davranışları, başarıları, yenilgileri, kaderlerini etkileyen ve yönlendiren çarpıcı unsurlar vb. sonraki dönemler için tecrübe, ibret ve ilham vesilesidir. Ancak tarihi bilgiye anlamı yükleyen bizzat bireyin kendisi olduğu için onun niyet ve amacına göre kurgu ve anlatı biçimi değişir; hatta sonuç da, alınan dersler de farklılaşır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızın hayat hikâyesi de herkes için farklı bir anlam ifade edebilir. Neticede algılama ve yorumlama ameliyesi, kişiden kişiye değişen, bağımsız, bireysel bir faaliyettir. Söz konusu esneklikten hareketle bu yazıda, Fuat Sezgin hocamızın hayatıyla ilgili kendi adıma üzerinde durmaya daha değer bulduğum bazı hususların altını çizmek istiyorum.
Tefsir Asistanlığından İslam Bilim Tarihçiliğine
Ben de bir Tefsir araştırmacısı olarak evvela Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızın Tefsir disipliniyle olan ilişkisine değinmek isterim. Hocamız, 1949 yılında kurulan Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne 1950 yılında merhum Muhammed Tayyib Okiç (ö. 1977) hocamızın profesör olarak atanmasından sonra aynı yıl atanan ilk Tefsir asistanıdır. İstanbul’da Hellmut Ritter (ö. 1971) ile tanıştıktan sonra 1953 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçse de doktora tezini, türünün günümüze ulaşan en eski örneği olan Ma‘mer b. el-Müsennâ’nın (ö. 209/824 [?]) Mecâzü’l-Kur’ân (1954) adlı filolojik tefsiri üzerine yapmış ve eserin 5 farklı yazma nüshası üzerinden tahkikli neşrini gerçekleştirmiştir. 1954 yılında İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Şarkiyatçılar Kongresi’ne Mısır’ı temsilen katılan Emin el-Hûlî (ö. 1966), esere muttali olmuş ve çalışmadaki titizliğinden ötürü Fuat Sezgin’i tebrik ederek methiyeler içeren güzel bir takriz yazmıştır.
Genelde gözden kaçırılan bir diğer husus daha var ki, o da hocanın doktora tezini hazırlarken Mecâzü’l-Kur’ân ile Buhârî’nin (ö. 256/870) el-Câmi‘u’s-sahîh adlı eserindeki benzerliklerin izini sürmek üzere hazırladığı doçentlik tezidir. Buhârî’nin Kaynakları adlı 1956 yılında tamamlanıp neşredilen bu çalışma, her ne kadar bir hadis eserini merkeze alsa da Buhârî’nin el-Câmi‘u’s-sahîh adlı eserindeki “filolojik tefsir malzemesinin kaynakları”yla alakalıdır. Dolayısıyla Tefsir Bilim Dalı ile yakından ilgili olmasına rağmen sadece Hadis Bilim Dalı ile ilişkili zannedildiği için Tefsir akademisyenleri tarafından hakkı pek teslim edilmemiş ve birkaç örnek dışında akademik çalışmalarda idealize edil(e)memiştir. Bu çalışmada hicri ilk asrın son çeyreğinden itibaren yazılı kültürün İslam ilim geleneğinde yerleşik bir hâl aldığını ortaya koyan Fuat Sezgin, diğer İslamî ilimler ve bilimsel faaliyetlerin Müslümanlardaki tarihini de ortaya koymanın gerekliliğine inanmıştır. 1956 yılı itibariyle zihnindeki büyük şablonu tamamlamak üzere sonraki bütün çalışmalarını İslam bilim tarihine yoğunlaştırsa da Geschichte des arabischen Schrifttums (GAS) adlı ilk cildini 1967 yılında yayımladığı eserinin hemen ilk bölümünde Kıraat ve Kur’ân İlimleri’ne yer vermesi Tefsir disiplini açısından hocayı farklı bir yere taşımaktadır. Bu noktada hocanın Tefsir disiplinine katkıları konuşulup tartışılabilir belki ama böylesine uzun bir yazıda bir de teknik konulara girip sizi usandırmak istemem. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, hocanın Kur’an, Tefsir ve Hadis ile ilgisi, onun modern dönemin tüm problemlerinde Kur’an ve Hadis’i öne sürmek gibi bir eğilim gösterdiği anlamına gelmemektedir. Zira o, Batı ile hesaplaşırken son zamanlarda komplekslerimize bağlı bir tür refleks haline gelen “Zaten her şey Kur’an’da vardı” söyleminin ardına sığınmaktansa ömrü boyunca, bilimsel olarak Müslümanların bilim ve teknikle ilişkisini ortaya koymayı hedeflemiş ve bu konuda büyük bilimsel başarılara imza atarak, genel kabulleri ve tabuları yıkmıştır.
Derdi olmalı insanın, ömrünü adamaya değer…
“Allah kimseyi dertsiz etmesin!” derdi bir hocamız. İlk duyduğumda ürpermiş ve garipsemiştim; çünkü biz, derdi başından hiç eksik olmayan ve etrafı derdine dert katan insanlarla dolu kimseleriz. O yüzden büyüdükçe dertlerimiz de artar ve herkes kendi derdine yanar. Kimimiz içimizi kemiren derdimizi yine içine atarken kimimiz içini dökecek dert ortağı arar. Üstelik birbirimize “Allah dert vermesin!”, “Ellerin dert görmesin!”, “Dertli başın derman bulsun!” şeklinde dua ederiz. Çünkü biliriz ki, dertler dile sığmaz, insanı gece uyutmaz ve maalesef dertsiz baş da olmaz. Hangimiz bir dertten tam kurtuldum derken yeni dertlere uğramadı ki! Dünyanın kuralı, tabiatın kanunu böyle… Hatta bazen dertsizlik insanı rahatsız eder de gerçek amacının dışından boş, basit ve gereksiz şeyleri dert etmeye başlar insan. D. Cündioğlu’nun, “Kendini meşgul etmeyeni şeytan işgal eder.” sözü son derece anlamlıdır. Bu sebeple uğruna dert yanmaktan, emek sarf etmekten, gerekirse acı çekmekten elem duymayacağı dertler edinmeli insan. “Yarelerim hoş görünür gözüme / Bir derdim var bin dermana değişmem” dizelerindeki gibi derdini Allah’ın lütfu, yaralarının ilacı ve dermanı olarak görmeyi başaran insanlar da var. Belli ki, dertli olmayı salık veren değerli hocamızın kastı, -belki aynı şey olmasa da- bu ikinci grupla daha yakından ilgiliydi. Çünkü insanın derdi kendisine hakikati öğretir, asıl hedeflerini unutmamasını sağlar ve daima yol gösterir. “Bunca yara bere içinde yarasızlıktır bizim asıl derdimiz!” diyen Gökhan Özcan da “dert insana, yara cana lazımdır.” sözleriyle bu gerçeği ifade etmektedir.
Fuat Sezgin’in hayatına baktığımızda belki de en çok dikkat çeken husus, onun bu ümmetin büyük yaralarını kendine dert edinmesi ve bu derdine bağlı birtakım soruların peşinden durmaksızın koşan bir gezgin olmasıdır. İlk telif eseri olan Buhârî’nin Kaynakları isimli doçentlik çalışmasında Müslümanlarda yazılı kültürün gelişim tarihini de ortaya koyarak rivayet geleneğinin oryantalistlerin iddia ettiği gibi sözlü kültüre değil, yazılı kaynaklara dayandığını ispatlayarak bir nevi tüm ezberleri bozmuştur. Batılı çevrelerin Müslümanların bilimsel çalışmalarını görmezden gelmesini kendisine dert edindikten sonra ise ömrünün sonuna kadarki bütün mesaisini sadece bir konuya ayırmış ve bugüne dek İslam bilim tarihine dair 1300 küsur yayım yapmıştır. Onun bu derdi, akademik hayatının başından beri büyük bir şevk ve azimle çalışmasına, yaşı ilerlemesine rağmen hiçbir zaman çalışmaktan yılmamasına, her yorulduğunda kendi kendini motive etmesine dair önemli bir işlev görmüştür.
Nitekim Prof. Dr. M. Akif Koç hocamızın suali üzerine, “Bütün hücrelerimin dinlenmeye o kadar ihtiyacı var ki, anlatamam! Ancak bunu hissettiğim her defasında, İslam âleminin durumu ortadayken dinlenmeye hakkım olmadığına kendimi bir kez daha ikna ediyorum. Ben kabirde dinleneceğim. 40 senedir Frankfurt’tayım; ancak hiçbir yerini gezmeye fırsatım olmadı!” şeklindeki cevabı Fuat Sezgin’in edindiği derdin büyüklüğü ve ciddiyetini göstermektedir. Yine M. Akif Koç hocamızın belirttiği üzere Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’ün (ö. 2017), Ortadoğu ziyaretlerinde Fuat Sezgin’i de sıklıkla yanında götürmek istemesine karşı hocanın gitmemek için mazeret bulma gayreti ve duyduğu endişe son derece anlamlıdır. Çünkü o, bir taraftan zamanını ilmi faaliyetler dışında geçirmekten rahatsızlık duyduğu gibi diğer taraftan Kohl’e yapılması muhtemel bir suikastta kazaya kurban gitme endişesi taşımaktadır. Canın tatlı, dünyanın da vazgeçilmez bir tarafı vardır elbette ama ömrünü, “kuru yiyeceklerle beslenip tüm enerjisini çalışmakla tüketen” bir insanın ölüm endişesi onun bu dünyaya değil, dertlerine olan sadakat ve bağlılığından başka bir gerekçe ile açıklanamaz.
Fuat Sezgin’in Almanya’ya gidişinden bugüne, İlahiyat Fakültelerinde 15.000’den fazla lisansüstü tez yazılmasına rağmen Buhârî’nin Kaynakları’nı aşabilen pek bir teze rastlanmadığının akademisyenler tarafından sıklıkla hâlâ itiraf ediliyor olması Fuat Sezgin’in derdinin büyüklüğü, ömrünü adadığı soruların doğru seçilmesi, meseleleri ele alışındaki titizliği ve özverisi ile alakalı olsa gerektir. Zira bugüne kadar yazılan akademik tezlerin büyük bir kısmında tez ve hipotez sorunu olduğu, tez yazarlarının zihninde soru(n) yerine ezber cevapların yer aldığı eleştirileri dikkate alınırsa sanırım durumun vahameti daha iyi anlaşılır.
Doğru insan, doğru danışman ve doğru yöntem…
Fuat Sezgin’in hayatında dönüm noktası sayılabilecek olayın Hellmut Ritter ile tanışması olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Fuat Sezgin’in Ritter ile çalışması bir taraftan onun Batı’daki oryantalist çalışmalardan yakından haberdar olmasını sağlarken diğer taraftan yazma eserlere vukûfiyetini, çalışma titizliği ve disiplinini de edinmesini beraberinde getirmiştir. Günümüz lisansüstü şartları açısından bakıldığında Ritter ve Sezgin arasındaki danışman-öğrenci ilişkisinin [I] ne istediğini bilen doğru öğrenci; [II] çalışkan ve alanında uzman doğru danışman ve [III] fedakârlığa, istişareye ve uygulamaya dayanan doğru çalışma metodu gibi üç etkenin bir araya geldiğinde verimli sonuçlar elde edilebileceğinin güzel bir örneği olduğu söylenebilir.
“Bir lisan, bir insan!”
Fuat Sezgin’in üzerindeki danışman etkisinin bir uzantısını, onun dil öğrenmedeki özel gayretinde görmek mümkündür. Ritter, öğrencisinin kabiliyetini göz önünde bulundurarak dil çalışmaları yapması konusunda tavsiyelerde bulunmuş ve neticede Fuat Sezgin de mesleki hayatı boyunca gerekli olan dilleri, -abartmadan söylemek gerekirse- ihtiyacı miktarında öğrenerek bu konuda üstün başarı sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında Fuat Sezgin’in bu denli başarılı olmasının arkasında, hocasının yönlendirmesi ve kendisinin de akademik ilgileri çerçevesinde dil becerisinin hakkını vermesi olduğu söylenebilir. Hocanın tek başına bir ekibin işini yapabilmesinin arkasında bildiği dillerin etkisinden bahsetmek sanırım abartı olmaz. Zaten her fırsatta yeni nesle dil öğrenmeyi salık vermesi de hocanın kişisel dil tutkusundan öte, bu alanda gördüğü büyük eksiklikten ve akademik çalışmalar için Batılı ve Doğulu dilleri öğrenmenin zorunluluğundan kaynaklanmaktadır.
Son Notlar
Fuat Sezgin gibi hem Doğuda hem Batıda haklı bir şöhrete erişen birinden bahsederken sözü kısa kesmek zordur. Çünkü hocanın hayatının hemen her aşamasında alınacak dersler, ibretler vardır. Sözgelimi işten atılıp mağdur edilmesi, hatta yurtdışına çıkmak zorunda kalmasına rağmen bir baba naifliğiyle affedici olması ve ülkesine küsmemesi; çalıştığı alanlara pek kimsenin ilgi duymadığını yakinen bilmesine rağmen özgüven inşasına katkı sağlamak için ömrü boyunca gelecek nesillere malzeme biriktirmeye çalışması; başta Süleymaniye kütüphanesi olmak üzere ilim ve kültür mirasımıza bizden çok Batılıların ilgi göstermesine dair yakınmaları; oryantalistlerin İslam aleyhindeki iddialarını yakından takip etmesine rağmen eserlerinde apolojik ve mübalağalı bir tutum yerine objektif ve tanıtıcı bir yöntem benimsemesi ve Batının oryantalizmi sömürgeleştirmenin bir tür aracı haline getirip Doğuyu tanımlanabilir bir nesneye dönüştürme çabalarında ortaya attığı iddialara dair pek çok ezberi bozması gibi çok önemli hususlardan uzun uzadıya bahsedilebilir. Ancak vefatı münasebetiyle son zamanlarda adından çokça bahsedilmesi, hocaya karşı bir tür duyarsızlaşmaya da neden olabilir endişesiyle sözü daha fazla uzatmadan noktalayalım. Aslında bu yazıyı da iki ayrı parçada yayımlamak belki okunabilirlik açısından okuyucunun lehine olurdu ama aynı endişeden ötürü tek yazıda konuyu tamamlamanın daha doğru olacağı kanaati hâsıl oldu.
Son Söz
Son söz olarak ifade etmek isterim ki, henüz hayattayken Fuat Sezgin’in bizatihi yönlendirmeleriyle tecrübesinin daha işlevsel bir mekanizmaya kanalize edilmesi, eğitim ve araştırma modellerinin uzun zaman önce geliştirilerek yeni Sezgin’lerin yetiştirilmesinin sağlanması gerekirdi ve böylece açtığı çığırın yetim kalması belki önlenebilirdi. Son yıllarda birtakım girişimler oldu elbette ama takdir edersiniz ki, kifayet etmesi için daha uzun yıllar gerekecek gibi görünüyor. 2019 yılı itibariyle planlanan çalışmaları sabırsızlıkla bekliyor ve bir farkındalık oluşturacağı ümidini taşıyoruz.
Selam ve dua ile…