Kudüs Sempozyumu’ndan Post Modern İlim Erbâbımıza
15 Aralık tarihinde Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Uludağ Üniversitesinin ortaklaşa düzenlediği İnsanlığın Kırmızı Çizgisi Kudüs Sempozyumuna bir tebliğle iştirak ettim. Kudüs’ün Osmanlı yönetimine girişinin 500, Osmanlı yönetiminden çıkışının ise 100 yılı olması münasebetiyle 2017 yılında ülkemizde ve Kudüs’te düzenlenen yoğun etkinliklerin bir uzantısıydı bu program. Organizasyonun gerek akademik içeriği gerekse fiziki şartlar bakımından oldukça profesyonelce hazırlandığını söyleyebilirim. İslâm Öncesi Kudüs’ten başlayarak şehrin günümüze kadar geçirdiği süreç birbirinden kaliteli tebliğlerde ele alındı. Mekân olarak Bursa şehir merkezindeki Tayyare Kültür Merkezi’nin seçilmiş olması, ilgililerin daha kolay ulaşımı için doğru bir adımdı.
Konu Kudüs olunca diğer programlardan daha yoğun bir katılım beklemek gayet normal. Öyle ki, sempozyumun başlığında yer aldığı üzere Kudüs, kırmızı çizgimiz ve hassas noktamız. Böyle bir şehir hakkında icra edilen bir ilmî faaliyetin çok çeşitli alanlardan ilim taliplilerinin, herkesten önce de İlahiyat Fakültesi başta olmak üzere üniversite öğrencilerinin ve yeni yetişmekte olan akademisyenlerinin ilgisini çekmesi gerekir. Ancak özellikle öğleden sonraki oturumlara katılan ve sayıları otuzu bulmayan öğrenciler haricinde ne bir öğrenci ne bir araştırma görevlisi arkadaşı görmek mümkün olmadı.
Herkesin katılması mümkün olmamakla birlikte insanın aklına “Hiç biri mi müsait değildi?” sorusu geliyor. Aslında bu durum sadece Bursa’ya özgü de değil. Farklı şehirlerde bizzat katıldığımız veya haberdar olduğumuz ilmî toplantıların büyük çoğunluğu, ilim erbâbı olma yolundaki genç arkadaşlarımızın ilgisini maalesef çekmiyor. Sanıyorum bu tür faaliyetlere katılmadan da ilmî müktesebatın artacağı yönünde yaygın bir yanlış kanı mevcut. Oysa buralardaki havayı teneffüs etmenin, bu ortamlarda bulunmanın kazandıracağı bilgi ve tecrübenin başka bir şeyle telafisi mümkün değil.
Yeni neslin ilmî toplantılara duyarsızlığı aslında başka yönlerdeki tutumlarının da bir parçası. Yine maalesef kaydıyla artık bir hocanın rehberliği olmazsa olmaz görülmüyor. Kaynağı kendi dilinden okumak yerine tercümelerle mesafe kat edileceği düşünülüyor. Amaç, bir ilmi tam öğrenmek değil tezi bitirmek olarak belirlenince, alan dışı okumalar denildiğinde sadece romanlar akla geliyor. Gezmelerden, sosyal hayattan taviz vermeden tezi son tarihe kadar uzatıp, kariyer basamaklarını çıkmak bilim insanı olmak için yeterli sanılıyor. Çalışmalar ya saklanıyor ya da hocaların eleştirileri karşısında adeta dumura uğranıyor ve yersiz savunular başlıyor.
Tüm genç arkadaşların ilme bakışlarının bu şekilde olduğunu söylemek elbette ki mümkün değil. İçlerinde ilmin gerekliklerini tam olarak yerine getirmek için gece gündüz çalışanlar da çok olmamakla beraber var, zaten kısa sürede temâyüz ediyorlar. Zira hakkını veren bir genç akademisyenin varlığı, artık mumla aranır noktaya gelmiş durumda.
Bu yazıyı okuyan genç arkadaşların birçoğu başta alanın hocaları olmak üzere suçlayacak çok sayıda mercîi ve durumu kolayca akıllarına getireceklerdir. Ancak öncelikli olarak beklenen husus, her kesimin kendine düşen sorumluluğu yerine getirmesi, kendisinde bir eksik bırakmamasıdır.
Ve dün olduğu gibi bugün de yarın da ilmî kazanımların yolu, alanında uzman bir hocanın rahle-i tedrisinde bulunmak, onun rehberliğinde ilerlemek ve ilim havasını mümkün olan her vesileyle içe çekmekten geçiyor.
18/12/2018