Prof. Dr. Adem Apak ile kariyeri, çalışmaları, “Kabile” kitabı ve Siyer Araştırmaları’na dair bir röportaj gerçekleştirdik.
S.A.Ö.T.: Sizi kitaplarınızın ilk sayfalarında yer alan biyografi bölümlerinden tanıyoruz, fakat “Adem Apak kimdir?” bunu bir de kendisinden duymak isteriz. Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Prof. Dr. Apak: Tabii bir hoca olarak öğrencilerin tanımak istedikleri hocalık kısmıdır ama hocalar da neticede bir yerde doğan bir yerde annesi, babası olan, sosyal hayatı olan insanlardır. Tabii genellikle hocalık kısmını daha çok ayırmak kaydıyla baştan başlayıp kitapların kapaklarındaki özgeçmiş bilgileri kadar, ben 1970 Bursa doğumluyum. Şimdiye kadar bütün ömrüm hep Bursa’da geçti, öyle nasip oldu. İlköğretimi, İmam Hatip’i ve İlahiyat Fakültesi’ni orada bitirdim. 1993 yılından itibaren kendi fakültemde araştırma görevlisi olarak göreve başladım. Akademik çalışmalara ilgim ve alakam fakültenin birinci senesinde başladı. Hatta şöyle söylemek lazım, ben İlahiyat Fakültesi’ne İlahiyat Fakültesi mezunu olmak için gitmedim. Daha doğrusu ilahiyattan başka fakültelere bizim öğrenciliğimiz zamanında herkesin çok gitmek istediği, ideal olarak gördüğü, ulaşılmak istenen fakülte; Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi’dir. Sonra Hukuk Fakültesi’dir. Kamu Yönetimi en üstteydi. “Kaymakam olacağız, memlekete katkı sağlayacağız” gibi idealler vardı. Ben “İlahiyatçıyım, İlahiyatçı olmak istiyorum” dedim. Babamın din görevlisi olması sebebiyle camiiye yatkınlığımdan olabilir. Belki babam ilkokula gitmeden önce bana Kur’an-ı Kerim okumayı öğretmişti, onun yatkınlığından olabilir. Belki babam ilkokulu dışarıdan bitiren bir müezzindi, benim de iyi bir müftü olmamı istiyordu ondan da olabilir bilemiyorum. Belki de hasbel kader Kur’an okumayı da seviyorum. Kur’an dersi de bir tek ilahiyatta olunca ondan da olabilir. Bir sürü sebepler var. İlahiyat okumaya karar verdim. Sizler değil ama bizler akran hocaların tanıdıkları Hüseyin Algül Hoca benim danışman hocam olmuştu. 1. Sınıf öğrencisiyken benim de ilahiyata çok yüksek bir puanla geldiğimi haber almış. En yüksek 1,2 ve 3. Girenler Bursa İmam Hatip’te aynı sınıfta okuyan 3 arkadaştık biz. Benim numaram 8801’dir, 2.’si 8802 diğeri 8803’tür. Bunlardan ikincisi şu an bizim fakültede Din Psikolojisi’nde doçent. Biri de Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde Tasavvuf’ta profesör. Bunlarla beraber İmam Hatip’te sınıfta da peş peşe otururduk. Böyle bir hukukumuz vardı. Sonra fakülteye beraber gittik. Bizim sırayla 1,2,3 olarak gelmemiz ilahiyattakilerin de dikkatini çekmiş. Bizim hocalarımızdan da “bizden size idealist öğrenciler geldi” diye haber göndermişler. Şunu da söyleyeyim o zaman hazırlık sınıfları vardı biz üçümüz hazırlığı da geçtik. Direkt birinci sınıftan başladık. Tabii “bu çocuklar bize gelsinler” diye söylemişler. Hüseyin Algül Hoca birinci sınıftayken bizi çağırdı. . Dedi ki: Sizin adınızı bize verdiler, bunlar idealist çocuklar, bunlarla ilgilenin zayi olmasınlar dediler. Hoca da bize ilim, irfan edebiyat, edep bunlardan bahsetti. “Derslerinize iyi çalışın, kendinizi her alanda yetiştirin. Belki ileriye doğru ikinci, üçüncü sınıftan itibaren alanları da tanımış olursunuz. Bundan sonra karar verince ben sizi bu alanların hocalarına göndereyim, şimdiden ekstra nasıl çalışırsınız onun da yönlendirmesi olmuş olur. Ben çocukluğumdan itibaren tarihe de merakım var, tarihle ilgileniyorum. Ortaokulda okumadığım tarih romanı kalmadı. Çok meraklıyım tarih kitaplarına. Belki kayıtlara geçsin diye ifade etmem gerekiyor, ilk okuduğum büyük roman orta okul birinci sınıftayken Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Türk Korsanları romanıydı. Akdeniz’de Türk korsanlarının Portugal kafiriyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor. Yani Barbaros Hayrettin, Barbaros olmadan önceki Hızır Reis halini, bunların ağabeyi vardır Aydın Reis sonra Cezayir’i fetheden Turgut Reis… Ama o çocuk hayaliyle ilgili Akdeniz’de bizimkiler esip gürlüyor, uçuyorlar falan onları anlatıyor. Sonra onun kızıl suratlı adam mı, kırmızı suratlı adam mı diye doğudaki Türklerin yaptıklarıyla alakalı yani Tarkan’ın roman versiyonu gibiydi bunları okuduk. Daha sonra o kitapları Sencivanoğlu gibi Sarı Benizli Adam gibi bu tür romanları hatırlıyorum. Sonra Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanı… Turgut Alp romanı, sonra Şehzade Selim, Mısır’a Doğru, Şirpençe… Sonra Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kapı Kilit Anahtar, Konak bunlar hep tarih romanlarıdır. Böyle nalbur dükkanı gibi isimler vermiş ama tarih kitaplarıdır. Peki bunu nasıl seçtim? Beni yönlendiren yok bir şey yok. O yüzden ben şuna inanıyorum. Derler ya “Allah zenginliği, parayı, güzelliği istediğine verir, ilmi isteyene verir.” Ben buna inanmıyorum. Allah ilmi de kendi seçtiğine verir. Ama neyi veriyor biliyor musunuz? İlmi değil, ilim iştiyakını veriyor. Yani size bir fidan veriyor eğer o fidanı sular büyütürseniz yolunuz açık, yürütmezseniz de belanızı veriyor. Size o emaneti veriyor. Şimdi bunu ben kendi tecrübemden izah ediyorum. Kimse bana şunu oku, şunu yap falan filan demedi. Nasıl izah edeceksiniz bunu? Okula gidiyorsun, kitap okuyorsun, kitaplar bitiyor. İmkanlar yok o zaman. Benim İngilizce dersime Arapça hocası girdi, Resim dersime Edebiyat hocası girdi. Dört tane hoca vardı. Hani eğitimde şartlar, imkanlar diye bir edebiyat var ya bunlar bahane değil. İnsanın o niyeti olduğu zaman çok zor şartlarda belki daha da idealist oluyor. Tarihe merakım nerdendir diye ben de çok düşündüm, bulamadım. Allah vergisi demekten başka çaremiz yok. Ama Allah dediğim gibi oturduğun yerden ilham göndermiyor. Allah o aşkı, iştiyakı veriyor size, eğer onu canlandırır yürürseniz sizin önünüzü açıyor onu gömer söndürürseniz de başınıza bir sürü belalar geliyor. Çünkü emaneti zayi etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı Allah’ın istediğine verdiğini düşünüyorum. Yoksa böyle olsa biz niye okuyalım, biz oturalım kuluçkayaya yatmış hindi gibi düşün düşün ilham gelsin. Böyle değil dipnot peşinde ne kadar aylar yıllar sıkıntılar yaşadık. Dolayısıyla daha birinci sınıfta bize ilk hafta belki ikinci hafta Hüseyin Hoca çağırdı. Herkes gitti yoluna karar vermeye başladık. Birisi Psikolojici oldu biri de Tasavvufçu oldu. Benim şimdi tarihe de zaten ünsiyetim var ya Siyer dersime de Hüseyin Algül Hoca giriyor belki ondan 15-20 gün sonra gittim hocanın yanına. “Hayrola” dedi. “Ben kararımı verdim hocam” dedim. “ Yahu erken değil mi daha dün seni gönderdim” dedi. “ Ben tarihçi olacağım” dedim. “Son kararın mı” dedi “Evet” dedim o esnada başka bir hocamız Osman Çetin Hocamız vardı yanında. Şu an her iki hocamız da yaş haddinde Allah hayırlı, uzun ömürler versin. 5-6 sene önce emekli oldular. Osman Hoca dedi ki “ Bu tarihçi olacakmış, buna bir şeyler tavsiye et” o da “Birkaç tane tarih kitabı oku” dedi. Hoca böyle dedi ya doğruca kütüphaneye gittim. Mübarek tarih kitapları da çok küçük değil ki. En küçüğünü aradım buldum o da 4 ciltti. Kütüphaneden aldım bismillah hatim okur gibi okudum. Şimdi bizim öğrencilere söylüyorum, birinci der demez pazarlık yapıyorlar hocam daha ufağı yok mu diye? Bundan adam olur mu? Onun için ilimde de böyle birine bağlanmak gerekiyor. Ama bu bağlanmak teslimiyet anlamında değil. Yol ve üslup anlamında bağlanmak… Bir ona bir buna soran bir şey olmaz. Şaşkın müritten bir şey olmaz. Ben o kanaatteyim. Neyse hoca bana sık sık uğra dedi. Ne kadar sıklıkta uğrayayım diyince, her hafta uğra dedi. Tamam da her hafta bir şey bulamıyordum. Hoca uğra dediği için uğramak zorunda kalıyordum. Ama belki bunu dediğine sonradan o da pişman oldu. Yani bir daha uğrama derse, ayda bir gel derse bir daha gelmem diye korkuyor birbirimiz sebebiyle üç sene aynen böyle geçti. Hocaya kendi kendime rutin problemler uyduruyordum. O da anlıyordu problem uydurduğumu ama demek ki uğraşıyor, zihninde o yoğunluk var diye düşünüyordu. Gider gelirdim. Daha sonra fakülteyi bitirdiğimizde Araştırma Görevliliği durumu söz konusu oldu. Ben ilk önce yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans ders dönemim bittiği yıl Araştırma Görevlisi kadrosu oldu. Dolayısıyla 2003’ün Aralık ayından itibaren fakülteye adım attık Araştırma Görevlisi olarak. Yani öğrencilik havası bitmedi. Bir anlamda dışarıda gözümüz açılmadan akademik havaya girdik. Bunu söyleme sebebim bazen dışarıda başka işlerle meşgul olan insanların akademiye geçtikleri andan itibaren orada gevşek davrandılarsa kendilerini akademik havaya alıştırmaları çok zor oluyor. O yüzden benim kanaatim akademisyen hiç gözü açılmadan, kitaptan kafasını kaldırmadan işinin başına oturtmak. Bunun Şaban Öz gibi istisnaları var tabii. İstisna her zaman olabilir ama bunun daha verimli olduğunu düşünüyorum. Benim avantajım da buydu. 1993’ün Aralık ayında başladık. O zamandan beri çalışmalarımıza devam ediyoruz. Şimdi de yine fakültede İslam Tarihi Bölümü’nde hocalığa devam ediyoruz. Yani hiçbir kitapta bu kadar geniş biyografi bulamazsınız.
S.A.Ö.T.: Siyer Kitaplığı’ndan “Kabile” isimli kitabınız yayınlandı. Daha önce de “Asabiyet” isimli kitabınızı okurlarınızın ilgisini sunmuştunuz. Bu konuya yoğunlaşmanızın nedenlerini bizimle paylaşır mısınız?
Prof. Dr. Apak: Asabiyet’i okurların ilgisine sunmadım, mecburen yapmak zorundaydım, yoksa beni doçent yapmazlardı (gülüyor). Ama şöyle bir şey söyleyeyim ben Asabiyet’i tez hazırlıyayım da doçent olayım diye yazmadım. Çünkü çok problematik bir konu, bunun bir örneği yok, bir kavram üzerinden bir tarihi süreci hem önce kurgulamak hem de anlatmak çok uykusuz bıraktı, çok yordu beni ama şunu da söylemek lazım benim sonraki dönemde çıkan bütün çıkan kitaplarım ondan sonra çıktı tabii yüksek lisans tezi Hz. Osman ondan önce bitti, Amr b. el-As doktora tezim yayınlandı ama benim asıl ondan sonra bütün yazdığım kitaplarımın mayası Asabiyet’tir. Mesela Ana Hatlarıyla İslam Tarihi kitaplarımın hepsi asabiyet bir kurgu ortaya koyuyor. Bir de asabiyet bir sınır ortaya koyuyor. Cahiliye döneminden Emeviler’in sonuna kadar okuttuğumuz İslam Tarihi kitaplarında üç aşağı beş yukarı merkezinde %85 bu var. Sonra Abbasiler’i bu anlamda ilave ettik. Asabiyet kavramı üzerinden konuları anlatmak ve ele almak, problemleri ortaya koymak ve bu alanda örnek olmaması hem bir dezavantaj, nasıl yaparım diyorsunuz. Hem de avantaj, oyunun kurallarını siz yazıyorsunuz. Bunun da böyle bir yönü var. Bu sebeple şunu söyleyebilirim benim en orijinal kitabım, en çok çalıştığım, en çok kafa yorduğum kitabım ve diğer kitaplara da ruh veren kitabım Asabiyet’tir. Şaban Hoca bana bu konuda böyle bir tanıtım kitabı istediğinde o kitabın da hem ruh açısından hem bir ilke açısından tamamen Asabiyet’ten çıkarılmış bir kitaptır. Asabiyet 2003-2004’lü yıllardaki üslubumuz ile yazılmış belki Asabiyet kitabımızdaki o bölümler ile Endülüs Yayınları’ndan çıkan bu kitabımızın bölümlerine baktığımızda o üslup farkını da bir anlamda görmek lazım çünkü insan gün geçtikçe yeni bir kelime öğreniyor, yeni bir kavram öğreniyor, yeni bir bakış açısı ortaya koyuyor. O gelişimi sağlama anlamında da o da yine neticede Asabiyet’in yavruladığı bir kitaptır. Tabii onu farklı bir bağlamda Siyer Kitaplığı içerisinde olunca farklı bir vurgu, böyle bir bölümün olması gerekiyor. Çünkü insanlara Asabiyet’i okusunlar diyemezsin. Çünkü Asabiyet Akademik bir çalışmadır. Kitaplarım içerisinde en az satılan da Asabiyet’tir. Bu da çok isabetli bir şey çünkü onu herkes anlayamaz. İslam Tarihi altyapısını bilmeyen bir kişi için Asabiyet çok havada kalır. Ama Kabile kitabı ortalama okuma yazma bilen herkesin okuyabileceği bir kitap hem sadeleştirmeye de çalıştık. Genel anlamda Bedevi’yi, Cariye’yi, Kabile’yi bir bütün halinde okuyunca o zihinde bir tasavvur ortaya çıkarır. Onun muhattap kitlesi bu anlamda farklıdır. Dolayısıyla bu vesileyle bu kitabın yazılması konusunda öncülük eden Şaban Hoca’ya teşekkür ediyorum. Güzel bir kültür hizmeti oldu bu anlamda. Bizleri o ikna etti. Bir başkası olsaydı ben öyle bir kitap yazmazdım. O projenin hakikatine ve niyetine inanmak bizi de böyle bir yola sevk etti. Bundan dolayı teşekkür ederiz.
S.A.Ö.T.: Hz. Peygamber’in İslam’ı tebliğinde toplumun kabilevi yapısının olumlu ve olumsuz etkileri nelerdir?
Prof. Dr. Apak: Evet bir kere şöyle bir algı var; Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderildiğinde dünya durduruldu. Sanki Peygamber geldi zaten o birazdan bütün kuralları tamamen değiştirecek. Böyle bir ütopik peygamber algısı var. Ütopik peygamber algısı ideolojik peygamber öncesi bakışını ortaya koyuyor. Ütopik ve ideolojik anlayışın üzerine de romantik İslam oluşuyor. Bunların hepsi bizim İslam Öncesi dönemi anlamamızın önündeki büyük engellerdir. Hz. Peygamber geldiğinde devam eden bir hayat var, bir süreç var. Hz. Peygamber devam eden bu hayatın şartlarına vakıf. Dolayısıyla bu şartlar çerçevesinde “tebliği nasıl yapabilirim” bunun derdinde. Onun için Hz. Peygamber’in neleri değiştirdiğini, neleri dönüştürdüğünü veya İslam’ın neyi getirdiğini, neyi götürdüğünü bilmenin birinci şartı; İslam’ın nereye geldiğidir, bir durum tespitidir. Ve o durum devam eden, yaşanan bir durumdur. Şimdi Cahiliye Kültürü diyorsunuz. Cahiliye Kültürü’nün kuralları Hz. Peygamber Mekke’deyken geçerli miydi? Müşrik Araplar bu işin başındalar. Ve Hz. Peygamber bu Cahiliye Kültürü, şartları ve anlayışları yakından biliyor, hayatı biliyor, bu gibi gerçekleri dikkate alarak tebliğ faaliyetleri yapıyor. Şunu demiyor “bütün Cahiliye uygulamalarından vazgeçtim, yepyeni bir tebliğ usulü koymak istiyorum.” İlk önce kabile ve dönemin sosyal hayatının parametrelerini kendisine dayanak ve imkan olarak görüyordu. Ve ne yaptı “ ve enzir aşiretekel akrabiyn” esasında bu realiteyi ayetle tespit ediyor. Madem sen insanlara yayacaksın onu önce yakındakilerini ikna et demek. Yakındakini ikna etmezsen uzaktaki seni dinlemez. İkna et demek aynı zamanda yakındakilerinin desteğini al demektir. Bazen insan ikna etmediğinin desteğini de alabilir. O işine geldiği için destek verir, veya başka bir şey için. Ebu Talib’in ikna olmadığı halde niye destek olduğunu anlayabilirsiniz. Veya Hz. Hamza’nın müslüman olmasında Hamza’yı bu hale getiren ikna değildir. Asabiyet hassasiyetidir. Benim yeğenime kimse dokunamaz psikolojisidir. Şimdi bunu gördüğümüz zaman şöyle bir anlayış ortaya koymamız lazım; salt asabiyetin İslam’ın önünde bir engel veya asabiyeti İslam’ın yayılması sürecinde ortadan kaldırılması gereken bir marazî durum görmek yanlıştır. Halbuki genelde bizim kitaplarımızda nerede bir olumsuzluk nerede bir iç problem, sıkıntı varsa hazır otomatik olarak fatura asabiyete kesilir. Madem bu kötü bir şeyse Hz. Peygamber’e düşen de bunu kaldırmaktır. İslam asabiyeti kaldırdı derler. İyi ama daha sonraki sürece baktığınızda kalkmadığını göreceksiniz. O zaman İslam asabiyeti kaldıramadıya gidiyor, beceremedi bu işi oluyor. O zaman Peygamber’in misyonunda bir şeyler eksik kaldı demektir. Haşa Allah peygamber gönderdi, o değişim ve dönüşümü sağlayamadı gibi ilahi kudrete varıncaya kadar kelamî problemler ortaya çıkarıyor. Amacımız burada Allah’ın ve Hz. Peygamber’in itibarını kurtarma derdi değil o tanım yanlıştı çünkü. Asabiyet tanımının doğrusunu İbn Haldun yapmıştır. Asabiyet mutlak anlamda kötüdür değil hatta İbn Haldun asabiyet iyidir diye anlatır. Asabiyet bir dinin yayılması için gerekli olan ve ihtiyaç duyulan bir dayanışma duygusudur der. Hatta der ki; asabiyetsiz devlet kurulmaz, asabiyetsiz peygamber de peygamberlik yapamaz. Şimdi bir taraftan öyle bir taraftan böyle. O zaman şöyle bir anlayış çıkıyor; asabiyet dediğimiz o şey iyi veya kötü özellikleri olabilen insana Allah’ın verdiği bir dayanışma psikolojisidir, bu fıtridir. Ve bu asabiyet bütün canlılarda vardır. Hatta bitkilerde bile vardır. Aynı gruptan olan bitkiler birbirleriyle dayanışma içerisindedirler diğeri aleyhine. Bu fıtratı Allah vermiş. Veya biz bunu hayvanlarda da görürüz. Kendi yakınına bir şey olduğunda içinde onu korumaya yönelik bir his vardır. İnsanlar bunu düşünerek bulamazlar. Bu olsa olsa Allah vergisidir. İnsanın asabiyetini hayvanın asabiyetinden ayıran şey, insan asabiyetini terbiye eden manevi dinamik dindir. Hayvanın dini olmaz. Dolayısıyla bu dinin getirdiği asabiyet tanımına uymayan bir insan sanki din inmemiş gibi ve insan değilmiş gibi hayvani asabiyetle hayatını devam ettirir. Cahiliye asabiyeti işte bu hayvani asabiyettir. Onun mottosu “unsur ehake zalimen ev mazlumen” zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım ettir. İslam akrabalığı ve asabiyet bağını, bu realiteyi kabul ederek bu hayvani asabiyet duygusunu ıslah ederek yüzde seksen, doksan şeklini koruyarak İslamileştiriyor. Atmıyor, inkar etmiyor. Üzerine de sıla-i rahim yazıyor. Tabii Cahiliye asabiyetinde size bu şekilde davranmayı emreden, sevk eden şey insanların baskıları ve kamuoyu desteğidir. Çünkü akrabanıza yardım etmezseniz kimse yüzünüze bakmaz, utanır hale gelirsiniz. Şairiniz sizi diline dolar, sizi perişan eder. İslam gelince bu defa akrabaya ilgi Allah’ın emri haline dönüyor. Bir kere ana motivasyon değişiyor. “İnnallahe ye’muru bil adli ve bil ihsani ve itai zil kurba” hatta siz niyeti bir tarafa bırakın sadece amele bakın sıla-i rahimin faaliyetinin fotoğrafını çekin ve bir bedevi, kardeşine yardım etsin onun görüntüsünü alın üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ama buradaki fark ameldeki niyet farkıdır. Birinde riya var, birinde rıza-i ilahi var. İslamda yapılan işin şekli önemli değil. Allah işin şekline bakmıyor, yapanın niyetine bakıyor. Dolayısıyla asabiyet vücuttan atılması gereken bir tümör değil. Bir potansiyel, iyiliğe de kötülüğe de mütemayil, ama İslam onu iyiliğe yöneltme anlamında birtakım prensipler, ilkeler getirmiş. Artık asabiyetin faturasını cemiyet, insanlar kesmiyor, Allah kesiyor. İslam mali ibadetleri yaparken önce yakınına vereceksin diyor, önce yakınındakini doyur diyor. Asabiyette bunu demiyor mu? Önceden var olan bu hayvani asabiyet ıslah edilerek İslami dayanışma haline geliyor.
S.A.Ö.T.: Kabileciliğin bugünkü İslam toplumuna yansıması hakkında neler söylersiniz?
Prof. Dr. Apak: Kabilecilik bir anlamda aynı soydan gelen insanların dayanışmasıdır. Biraz merkezi otoritenin, siyasetin gerçekleşmediği bütün coğrafyalarda kabilecilik anlayışı değişik isimlerle ve farklı görüntülerle devam eder. Bilhassa Ortadoğu merkezli kabile sisteminin sosyal hayatın temelini alan kapalı toplumlarda olan ve Araplar başta olmak üzere sistem anlayışı aynı kurallarla devam eder. Cahiliye dönemi Arap toplumunda olduğu gibi biraz daha modernleşmiş hatta daha sert daha katı hale gelmiş şekli Arap toplumlarında şu anda sürdürülmektedir. Şu anda Ortadoğu’da, Suriye’de, Irak’ta, bizim Doğu ve Güneydoğu’da daha çok Güneydoğu’da aşiret sistemi ayni ile kabiledir. Türkiye’deki kan davalarını araştırırken Cahileye dönemi Arapların kan davalarıyla aynı olduğunu gördüm. Tabii modern dönem zamanla o kabileye farklı birtakım şeyler ekliyor ama ana anlayış ve zihniyet bu anlamda devam ediyor. Bu zihniyetin topluma etkisi ferdileşmek, şahsileşmek, şahsiyet ortaya koymanın önüne geçmektir. Normalde insanlar eşit şartlarda siyasette, ilimde, idarede ilerleyebilirken bu yapı bu hakkı sadece dar çerçevede belli insanlara hasrediyor. Kabile üyelerinin önde gelenleri, kabile kurucuları bir anlamda küçük krallık, dar çerçeveli bir sosyal hükümranlık şeklinde alıyor. Ancak bu yapıyı kırarak gidenler kendilerini kurtarabiliyor. Tabii bu sadece belki daha kurumsal anlamda aşiret sisteminde yürüyor ama mesela Türkiye’nin batısına doğru geldiğinizde bunun biraz daha esnek, yumuşatılmış ama etkileri benzer şekilde hemşehrilik dayanışması şeklinde kendini gösterdiğini görürsünüz. Hemşehriliğin kabilecilikle benzer yanı aynı şehirden gelen insanların birbirleriyle üst kuşaklarda akraba olma ihtimaline, bir kan bağına atıftır.
S.A.Ö.T.: İslam Tarihi boyunca yaşanan hadiselerde kabilecilik etkinliğinin boyutları hakkında neler söylersiniz?
Prof. Dr. Apak: Kabileciliğin etkili olmadığı hiçbir hadise yok. Sadece oran farkı var. Az önce söylediğimiz gibi Hz. Peygamber’in tebliğinde kabilecilik her taraftan etkin. Ebu Cehil hangi anlayışla inanmıyorsa Ebu Talib de o anlayışla Hz. Peygamber’i destekliyor. İkisi de inanmıyor. Bedir’de mücadele eden insanlar arasında Mekkelilerle savaşalım duygusu yok mudur Medinelilerde? Var. Hatta Mekke’nin fethi esnasında Sa’d b. Ubade, Medine’nin en önemli figürü diyor ki “ Artık intikam zamanı geldi.” Kimden intikam alacak? Kureyş’ten. Çünkü bir Medineli on sene önce Kureyş’i muhasara ettiğini rüyasında görse kendisiyle dalga geçerdi. Aklının ucundan geçmezdi. Bunu Allah Rasulü duyunca “İntikam zamanı değildir” diyerek Sa’d b. Ubade’yi birlik komutanlığından azlediyor. Ya da siz Cemel Savaşı’nı dışarıdan bakınca Hz. Ali ile Hz. Aişe’nin savaşı olarak görüyorsunuz. Ama şu çok net ki Kufeliler ile Basralılar’ın savaşıydı. Cemel’den sonra Sıffin Savaşı… Ali ile Muaviye savaşı diyorsunuz. Hayır o Irak ile Şam’ın savaşıydı. Veya II. Muaviye’den sonra Emeviler Devleti’nin yeniden toparlanmasında Mervan b. Hakem halife seçilince bu defa Şam’daki eski Emevi müttefikleri birbirlerine girdiler. Kaysiler ve Kelbiler şeklinde. Bu savaşa Merc-i Rahıt Savaşı denir. Tarihçiler Merc-i Rahıt’ı ikinci Cemel olarak nitelendirirler.
S.A.Ö.T.: Gerek halk düzeyinde gerekse akademik camiada Siyer’e yönelik ilginin giderek arttığını görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Apak: İlgi biraz okullarda Siyer okutulmasıyla alakalı bir de siyasi ortamla alakalı. Şu anda Siyer okumak iyi bir şey. Bunun ne kadar iyi veya kötü olduğu değerlendirilebilir. Ama bizim bunu iyi bir gözle ve imkan gözüyle bakmamız lazım. Birçok yerde Siyer okunuyor olması güzel bir şey. Ama mesele bu okunan Siyer’in ne kadar Siyer olduğu, asıl bizi ilgilendiren kısım burası. Daha nitelikli, daha sahih kaynaklara dayalı ve mutlaka Hz. Peygamber’i bize Kur’an’ın tanıttığı şekilde ve Hz. Peygamber’in sahih hadisleri kaynak alınarak anlatılması gerekir. Ne kadar başarılı olunuyor o tartışılabilir ama bize düşen şikayet etmek değil onu daha nitelikli hale getirmektir.” Efendim Siyer kitapları kötü” o zaman iyisini yazacaksınız. “Efendim bu Siyer’i anlatanlar nitelikli değil” o zaman nitelikli olanlar anlatacak. Çokça eserler yazıp, okuyacak. Daima iyi mal kötü malı kovar. Onun için bunu bir imkan ve imtihan olarak görmek lazım. Herkes bu konuda bulunduğu makama göre, yetkiye haklara sorumluluklara göre bunun birinci derecede muhattabıdır. Bizlere de düşen o alanda daha nitelikli eserler yazmak, daha nitelikli faaliyetler yapmaktır. Belki siz eser yazamazsınız, gücünüz yetmez ama yazılmış eserleri okuyarak kendi donanımınızı arttırıp diğer insanlara ulaştırmanız gerekir.” Hocam çık bunu televizyondan anlat, bütün Ümmet-i Muhammed dinlesin” diyorlar. Televizyondan din de, peygamber de, Siyer de anlatılmaz. Dolayısıyla bunu bir imkan, bir fırsat görmek ve onu en iyi şekilde değerlendirmek lazım.
S.A.Ö.T.: Siyer Araştırmaları Platformu’nun faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Apak: Az önce dediğim çabaların bir farklı versiyonudur. Bunu uzun yıllar önce Meridyen Derneği’nin öncülüğüyle islam tarihi.info’nun başlatmış olduğu, on yılı geçti bir proje vardı. O arada sempozyumlar düzenledi. Bu arada bu sempozyumların çoğuna da katıldım, bizi çağırdılar. Seminerler düzenleniyor. Birkaç yıldır Siyer ve Hadis alanında yapılan nitelikli çalışmalara ödüller veriyorlar. Bu öncü oldu ama Siyer ile ilgili çalışmaları çok fazla beklentileri karşılayacak kadar da değildi. Potansiyele rağmen, imkan anlamında. Fakat bu Siyer Araştırmaları Platformu daha yeni kurulmuş, daha mütevazı, Şaban Hoca’nın sırtından giden ama Feyza Hoca da aynı şekilde, bu iş ekipsiz olmaz. Sizler de bunun bi ucundan tutuyorsunuz. Hiçbir şey olmazsa müthiş bir heyecan var. Şimdi bir de Siyer Araştırmaları Merkezi kuruyor Şaban Hoca. Ben “Siyer Delisi” diyorum ona. Bu işleri deliler yapar. Akıllılar da arkasından istifade ederek giderler. Böyle bir delinin yapması gereken bir şey. Bundan dolayı biz hasbel kader Siyer yazıp çizen hocalar olarak bunu bir imkan olarak görmemiz lazım. Bu sebeple daha önce bahsettiğimiz Adnan Demircan Hoca’nın Bedevi’si, bizim Kabile’miz bunun yazıma dönmüş kısımlarıdır. Zaman zaman hoca bizden Siyer Yıllığı ile ilgili makaleler istiyor. Ben böyle uğraşamazdım. O kendini o işe hasretmiş böyle bir faaliyet anlamında. İnternet sitesine ne kadar ziyaret ediliyor ne kadar ilgi görüyor o da esasında sizin derdiniz değil. Siz o ateşi canlı tutun. O ateş yanıyor, o ateşi arttırmayanlar utansın. Ama siz kendiniz Şaban Hoca ile birlikte bunu yürütüyorsunuz. Bundan ancak memnuniyet duyulur. Fakat çok güzel aferin, iyi çalışıyorsunuz bence bizim için sorumluluktan kurtuluş için bu yetmez. İyi çalışıyorsunuz bize de bir şey düşerse biz de ona katkı sağlamaya hazırız dememiz lazım. Allah razı olsun o buna vesile oluyor biz de katkı sağlıyoruz kendimizce. Sizler de ucundan tutuyorsunuz bu işler böyle başlıyor. Onun için bizde derler ki “Maradona bu işlere top dikerek başladı” bu işler böyle küçük işlerden başlar, yere koyup hadi vur diyerek değil de, çoraplardan top dikerek başlar. Fakülte yıllarımıza inince mutlaka bir sempozyumda bir programda hoca karşılamışlığımız vardır. Mesela Hayri Kırbaşoğlu gelecek diyorsunuz. Bizim öğrencilik yıllarımızda Hayri Hoca mit bir adamdı. Hala öyle de ama Ankara İlahiyat’tan gelmiş hoca, cevval, genç falan korkuyoruz. Ama hocanın yanına gidince baktık bize bir şey yapmadı bu da gayet iyi bir adammış. Onlara yardımcı olmak, hocayı gezdirmek, dolaştırmak falan bunlar böyle başlıyor. İlerde de siz de benzer şekilde insanlar sizden bir şeyler öğrenmek istiyorlar. O zaman onu iyi değerlendirir, o imkandan istifade ederseniz siz kazanıyorsunuz. Şimdi bile olsa aynı şeyi yaparım. Bursa’ya bir hoca geleceği zaman gelecek hocayı karşılaşırım, dolaştırırım. O sebeple bu faaliyetler hasbî niyetle yapılıyor, yapıldığına inanıyorum. Böyle böyle yürüyor inşaallah. Bu az da olsa bereketli olur. Bunun için isterlerse riyakarlık falan desinler, yok zaten olursa Allah yürütmez. İlk adımda tökezler gider. Onun için Allah bu samimi niyetinizle daha güzel hizmetler yapmanızı nasip etsin sizleri tebrik ederim, Allah muvaffak etsin.
S.A.Ö.T.: Bu keyifli sohbetiniz için çok teşekkür ederiz Hocam, ağzınıza sağlık.
Prof. Dr. Apak: Ben teşekkür ederim, sağolun.