Üç Tarz-ı Cehalet
İslam öncesi döneme yani cahiliyeye yaklaşımların çeşitliliği ve her yaklaşımın bir diğerine zıtlığı üzerinde bir önceki yazımda durmuştum. Bu yazıda son dönem Arap aydınlarından Taha Hüseyin ve Abdulaziz Durî’nin çalışmaları özelinde daha çok milliyetçiliğin etkisiyle oluşan cahiliyeyi olumlayan tasavvura temas etme niyetindeyim.
Taha Hüseyin, Fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî ismi önemli çalışmasında İslam öncesi dönem için cahiliye şiirinin kaynaklık değerini sorgulamaktadır. Ona göre cahiliye şiirinde cahiliye hayatı, dinî şuur ve duygudan uzak, kuru bir üslupla anlatılmaktadır. Bu şiirler cahiliye dönemi Araplarının dinsel hayatını tasvir edememektedir. Bu dönemin aydınlatılmasında Kur’an ve Hz. Peygamber’in çağdaşı şairlerin şiirlerinden istifade etmek mümkündür. Ona göre Kur’an cahiliye şiirinde anlatılan tablodan farklı bir toplum yapısı anlatmaktadır. Kur’an’da anlatılan cahiliye insanı samimi-dindar bir yapıdadır.
Taha Hüseyin’e göre cahiliye şiirlerinde yansıtıldığı gibi o dönem insanı kaba-saba, cahil ve ahmak değil, bilakis bilgi, zeka, ince duygu ve zevk sahibidirler. Öte yandan Arapları çölde diğer toplumlardan uzak uzlet içinde yaşayan bir kavim olarak niteleyen cahiliye şiirinin aksine Kur’an, onların diğer toplum ve medeniyetlerle güçlü bir ilişki içinde olduğundan bahsetmektedir. Buna misal olarak Kur’an’ın Bizans ve İran arasında olan savaşa yer vermesi ve bu savaş sebebiyle Arapların iki hizbe ayrılmasını göstermektedir. İslam öncesi dönemde yaşamış Araplar, ilim, din, servet, güç ve mevki sahipleri, tesir ve teessüre açık, genel siyasetle ilişkili durumlardan haberdar kimseler olduklarına göre onları cahil ve barbar bir toplum olarak yaftalamak yerine parlak ve uygar olarak nitelemek yerinde olacaktır. Ayrıca onun kanaatine göre Kur’an’ın cahil ve barbar bir toplumda ortaya çıktığını iddia etmek abesle iştigal bir durumdur.
Abdulaziz Durî ise cahiliyenin tasvir edildiği gibi anarşinin hüküm sürdüğü medenî bir iflas dönemi değil, bilakis köklü bir medeniyet dönemi olduğunu ifade etmektedir. İslam Öncesi Arap coğrafyasında medeniyet bayraktarlığının zaman zaman Güney Arabistan, Main, Sebe, Tedmür, Himyer, Gassaniler ve Mekke toplumu eliyle sürdürüldüğünü belirterek medenî faaliyetin bir yerde zayıflarken başka yerde güçlendiğini dolayısıyla Arap toplumunda medenî mirasın yok olmadığını vurgulamaktadır. Öte yandan bu devletlerin çöküşünün Arap Yarımadasının orta kısmında yer alan bedevî dalganın artmasına ve genişlemesine neden olduğunu ancak bu bedavetin ilkel bir düzeyde olmadığını bilakis fikrî ve kültürel olarak zengin unsurlar barındırdığını belirtmektedir. Bunun, İslam öncesi dinî durum, Arapçanın zenginliği ve şiirin revaçta olmasından anlaşılacağını iddia etmektedir.
Ezcümle Durî, cahiliye döneminin İslam’ı yüceltmek gibi iyi niyetlerle çarpıtıldığını, dinin yeşerdiği ortamın o dinin gelişmesine etkisinin olduğunu dolayısıyla bu yanlış bakış açısının İslam’ın bedevi bir hareket olarak görülmesine sebebiyet verdiğini ifade etmektedir. Weber’in İslam’ın ilk ortaya çıkışında şehirli aydınların değil ganimet, fetih ve cinsel arzularını tatmin beklentisi içinde motive edilmiş savaşçılardan oluşan bir din olduğu iddiası Durî’nin haklı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla cahiliyeyi değerlendirirken İslam’ın o dönemdeki uygulamaların büyük kısmını miras alarak devam ettirdiği gerçeğini göz önünde bulundurarak daha objektif bir yaklaşım benimsenmesi sağlıklı olacaktır. (İleri Okuma için Emrah Dindi, Kur’an’da İslam Öncesi Kültür; Mehmet Erdoğan, “Kur’an Vahyinin Nüzûl Dönemi Olgusallığıyla İlişkisinin Fıkhî Yorumu”)